YABANCI • ALBERT CAMUS
Drina, Balkanlar'da uzanan Sava Irmağı'nın
en büyük koludur. 346 km uzunluğunda. Biri Durmiton, diğeri Komovi dağlarından
çıkan Piva ile Tara akarsularının birleşmesinden meydana gelmiştir.
Drina
Köprüsü ise, henüz on yaşlarında iken doğduğu topraklardan uzaklara götürülen
bir erkek çocuğunun hayaline çizilmişti ilk kez. Bu çocuk Osmanlı Devleti'nin
ünlü sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa idi. Köprü, sadrazamın ana yurduna armağanı
oldu. Drina kıyılarında bir köyde yaşayan Hristiyan bir aileye mensuptu
sadrazam. Buradan Osmanlı Sarayı'na devşirme olarak götürülmüştü. Sokullu
Mehmet Paşa yükselişinin ardından hayatından memnun olmakla birlikte vatan
hasreti de çekmekte, için için sızlanmaktadır. Özlemi ve sızısını dindirmek
için ise ana vatanına bu köprüyü yaptırmakta bulur çareyi. 1571 ve 1577 yılları
arasında, Doğu'yla Batı'yı birleştiren bu muhteşem köprü Drina nehri üzerine
inşa edilir.
Vişegrad;
Drina'nın iki yanındaki sarp ve dik dağların arasından aktığı en dar yerde,
toprağı inişli çıkışlı, köprünün sağ ayağını bastığı küçük bir kasabadır. Eski
dönemlerde stratejik değeri vardır. Tabiki bu değer köprünün kendisi ile
birlikte gelmiştir.
Hikayenin ana vatanı da tam burasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en ihtişamlı dönemleri. Sarp ve siyah
dağların heybetinin gölgesinde, Drina nehrinin kıyısında, Balkanların ortasında
sakin, ufak ve taşra Vişegrad. Doğu ile Batı'yı birleştiren, bu kasabanın
üzerine kurulan canlı tarih tanığı görkemli Drina Köprüsü..
İvo Andriç'in destansı romanının baş kişisi de bu köprüdür.
Köprünün asırlar boyu tanık olduğu tarihi,toplumsal ve sosyal olaylar,
hikayeler, efsaneler, savaşlar, yıkımlar, büyük dönüşümler, isyanlar,
salgınlar... yazarın tarafsız tutumu ve tüm samimiyetiyle sayfalara
resmedilmiş. O kadar gerçek, öyle içten, öyle insani ve bir o kadar zalim ki..
Zaman burada daha köprünün olmadığı, dahası yapılması kimselerin
aklından bile geçmediği dönemlerde başlar. Köprünün hayali, 1516 yılının
sabahında evinden, yurdundan koparılarak İstanbul'a götürülmek için nehirden
bir sal ve devasa korkunç bir adamla, kıyıdan karşıya geçmek zorunda olan on
yaşlarında bir oğlan çocuğunun gözünde canlanır. Alçalıp yükselen sular
içerisinde karşıdan karşıya geçer, uzunca bir yola koyulur. Gün gelir gittiği
topraklarda sadrazamlığa kadar yükselir, padişaha damat olur. Geçen zaman
neleri unutturdu, nelerin izini hiç silemedi bu çocuk kalbinde bilmiyoruz.
Fakat o günlerden kalma bir hatıratı vardır tam göğsünün ortasında. Göğsünü
ortadan ikiye bölen bu sancı, yıllar içinde hiç azalmamış aksine şiddetini
iyice arttırmıştı.
Artık ihtiyar bir vezir olan Sokullu Mehmet Paşa bu acıya
dayanamadığında gözlerini kapar, sızının dinmesini beklerdi. İşte öyle bir
vakitte kapalı gözlerinde, yıllar önce henüz bir çocukken hayalinde canlanan
resim çizildi. O acıların kaynağı Drina'ya köprüyü yaptırmaya karar verdi.
Acısını dindireceğine inandı. Hemen o yıl inşa edilmeye başlandı köprü.
Vezirin kararını verdiği yılın ilkbaharında adamları Vişegrad
Kasabası'na gelip hazırlıklara başladılar. O tarihten sonra ise bu sarp ve
ıssız dağların gölgesinde ki kasabada hiçbir şey aynı kalmadı.. İnsan, şehir,
kasaba, nehir, yollar... her şey değişti. Acı ve umuttan başka..
Köprü kısa sürede yaşadığı toprakların sembolü olur. Öyle ki
yıllar süren yapım aşamasında halk sabırsızlanmış, bitmesine dair umudunu
yitirmişti. Üstelik inşası sürdüğü yıllarda çoğu zaman halk karşılıksız
çalışmaya zorlanmış, korkudan ses çıkaramamışlardı. Böyle anların yaşandığı bir
vakit Radisav adında bir köylü halkı kışkırtmaya çalışmış, bunun cezasını
zincirlere vurularak çekmişti. Bedeni köprüde tüm halka gözdağı vermek için
sergilenmişti.
O, aşıkların buluşma yeridir, nice aşklar burada
alevlenir. Gençler en hareretli tartışmalarını burada yapar, dillere destan
güzellikte genç kız sevmediği adamla evlenmemek için onun üzerinden atlar.
Askerler nöbet tutar, delikanlılar bir bakışa burada aldanır. Yine en çok
burada hayal kurulur, düşlere dalınır. Yıldızlar en güzel burada izlenir. O
herkesin sırdaşıdır.
Efsanelerle gerçeklerin bazı zaman iç içe geçtiği bu topraklarda üç yüz
elli yıl nelere gebe değildi ki? Salgınlar, baskınlar, işgaller,
savaşlar.. Dokunduğu her dokuya can veren destansı bir yapıt Drina Köprüsü..
Bosna Hersek ve Sırbistan henüz Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı birer eyaletken
başlayan hikaye, Bosna'nın Avusturya tarafından işgaliyle devam eder,
Osmanlı'nın iyice zayıflamasıyla ise bu topraklarda Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'nun hakimiyet kurmasıyla son bulur. Bu tarihi olayların
gölgesinde, toplumun çok kültürlü yaşayışı, ilişkileri gerçekçi ve tarafsız bir
şekilde işlenmektedir. 350 yıllık tarihi süreç köprünün şahitliğinde toplumsal
ve sosyolojik olarak aktarılır. Bana kalırsa, Osmanlı zamanında farklı soyların
nasıl kaynaştığına, nasıl bir arada yasadığına dair görüntülerin sergilendigı
en önemli eserlerden. O kadar etkileyici bir anlatımı vardı ki. Eski Bosna'yı,
Balkanları özlediğimi bile hissettim. Hatta kitaplığımda bir yer açtım, ''Bugün
annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.''Bay Meursault acı bir haber aldı. Saat
2'de otobüse binecek, öğleden sonra orada olacak ve gece boyu annesinin tabutu
başında bekleyecek..Yaşanabilecek en güç duygu girdabında..
???
Öyle miydi Meursault?
Değildi.
O, evveli belli olmayan bir zamandan beri
dünyaya yabancı biriydi. Hayat onun kıyılarından bir
hayli uzak coğrafyalarda devam ediyordu.
Meursault o sabah aldığı haberin ardından
saat 2 de otobüse biner. Hava çok sıcaktır. Ve Onun için en can sıkıcı durum
sadece budur.
Meursault'un dünyasının kapıları bize
annesinin ölüm haberi aldığı an aralanır. Çok kısa bir zaman sonra da hüzünlü
sona kavuşur.
Camus'un 1942 yılında ilk kez yayımlanan
bu ölümsüz ve her dönemin tanıdık hikayesini geçen yıllarda okumuştum. Kısa bir
zaman önce ise tekrar okudum.
Ufacık bir kağıt parçasında avuçlarımın
arasında devasa bir isim;
Albert Camus.
Sıradan bir pazar günüydü..
İçime yayılan heyecan anlamlı kıldı.
Sebepsiz..
Sonrası,
Hakkında bildiklerimi, duyduklarımı
toparlamaya, bilmediklerimi araştırmaya başladım.
Bir eserini de seçip okumam gerekiyordu.
Kitabının satır aralarında Camus'un izini
sürecek, Ona ulaşacaktım.
Sonra tüm umarsızlığıyla kitaplığımda
kendi köşesine çekilmiş Yabancı ile gözgöze geldik.
Yabancı 'ya
dair hislerimi anımsamaya çalışmıştım bir süre.
Ama nafile,
Karşıdan bir yabancı gibi bakıyordum Ona..
Meursault ile serüvenim yıllar sonra
tekrar başlamış oldu böylece..
Aradan geçen bir kaç yıl tecrübe midir?
Yaşamın ağırlığı mıdır? Bu karşılaşmamızda eski ben'e şaştım.
Nasıl hatıramda hiç yer etmemişti.
Cumartesi akşamı 23.17 de elime aldığım
kitabı tek nefeste bitirdiğimde saat 01:49 du.
O günden beridir Meursault ile beraber
arşınlıyoruz tüm yolları. Bulduğu her fırsatta yaşamın anlamsızlığını yüzüme
yüzüme vuruyor. Bunu öyle bağıra çağıra yapmıyor tabi. Kısa cevaplar, uzun
boşluklarla anlatıyor bana derdini.
Zaten
''Hiç bir zaman söyleyecek fazla sözüm
yoktur, onun için susarım..'' demişti. Bu yüzden fazla beklentim de yoktu..
Zaman zaman kim düşmemiştir ki bu
karmaşanın içine. Düşmüş ve çıkmıştır. Sonra tekrar düşmüş tekrar çıkmıştır.
Peki Meursault? Hayır, Onun sonu olmuştur bu karmaşa.
Meursault'a göre dünya boş, hayat
anlamsızdır. Herşey ama herşey, aile, iş, toplum, sosyal çevre, aşk,
arkadaşlık... Saçmadır.
Önce kendine, sonra yaşadığı çevreye
yabancılaşmıştır. İçinde çok büyük bir yalnızlık yaşamaktadır.
Fakat biz Meursault'u yalnızlığa
sürükleyen, toplumdan uzaklaştıran ve en sonunda Onu anlamsız bir yabancıya
dönüştüren süreci kitapta bulamayız. O varoluşundan beri bu yalnızlığın
içindedir.
Onun için hayatta anlam ifade eden hiçbir
şey yoktur.
Öyle ki,
annesinin ölümüne sinirleri yıpratacak
derecede kayıtsız kalır, son kez yüzünü bile görmek istemez,
kahve ve sigara keyfi peşindedir.. Acı
çekmez, bir damla gözyaşı bile dökmez. Sadece seyircidir.
Annesinin ağlayan arkadaşlarına donuk, boş
gözlerle bakar. Artık ağlamasalar diye düşünür. Yabancı gibi uzaktan izler olan
bitenleri.
Cenazede tüm olup bitenler beyninin
içinde yankılanır. Bekleyişler, yükselen hıçkırıklar, homurtular, ağlayışlar,
kızıl toprak, güneşin kavurucu ışıkları.. Ve Muersault un dönüş için bineceği
otobüste on iki saat uyuyacağını düşleyişi. Bu düşten duyduğu sevinç...
Ertesi gün ise hiçbir şey olmamış gibi
kaldığı yerden devam eder yaşantısına. Sevgilisi ile komedi filmine gider,
yüzer, içki içer, eğlenir. Bu tepkisiz ve rahatsız edici soğukkanlılığı devam
eder. Yas tutmamakla kalmamış, şaşkın gözlerle bakan kimseye aldırmamıştır.
''İnsan madem ki ölecektir, bunun nerede
ve nasıl olacağının bir önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu.'' Hayat denilen şey
bu kadardır. Asıl bu gerçeği unutmak ve yaşamı, ölümü fazla ciddiye almak
şaşılacak şeydir.
Çok kısa bir zaman sonra ise absürt bir
şekilde cinayet işler. Sıcak hava tenini kavurmuş, güneş gözlerini
kamaştırmıştır. Ve hava sıcaktır, çok sıcak. Gün boyu mutlulukla yürüdüğü o
kumsalın büyülü sessizliğini tabancadan çıkan beş el ateş sesi sonsuza kadar
bölmüştür.
Tutuklanır, cezaevine konulur. Tüm bu
süreçte yine ilgisiz, kayıtsız ve soğukkanlıdır. Üstelik pişman bile değildir.
Sorgu esnasında rahatlığı, sorulara verdiği kısa, net ve umursamaz yanıtlar
savcı, avukat ve yargıçları biraz kızdırır, biraz usandırır.
Mahkeme günü geldiğinde ise bütün
suçlamalar Meursault'un annesinin cenazesinde gösterdiği hal ve hareketlerine
yönelir. İşlediği cinayetten çok buradaki katı duruşu ile yargılanır. Toplum
ile arasına koyduğu mesafe, kural dışı ve ayrıksı hayatı irdelenir. Geleneksel
toplum kurallarından kendini izole etmiş bu adamın, içe dönüklüğü, suskunluğu
yadırganır. Oysa Meursault herkes gibi, tamamen herkes gibi olduğunu çoğu kez
anlatmak ister. Fakat nihayetinde konuşmanın hiçbir faydası olmadığını
düşünerek vazgeçer. Yine susar.
Meursault'u canişleştiren işlediği cinayet
değil, yaşadığı dünyaya yabancılaşmasıdır.
Ve karar verilir. ''Annesini manen
öldüren.. cani kalbiyle gömen..'' adam olarak cezası kesilir.
Meursault idam edilecektir.
''Cezaevinin papazıyla görüşmeyi üçüncü
defa reddettim.''
Sona yaklaşıyordu artık Meursault. Yüzünü
gökyüzüne çevirmiş, yalnız onun çehresini izliyordu.
Gündüzü geceye, geceyi gündüze kavuşturan
renkler sızıyordu sadece penceresinden içeri.
Böyle anlarda benliği düşüncelerle
doluyordu.
Kesin ve acı gerçeği kabul etmek zorunda
olduğunu anlıyor,
ama edemiyordu.
Enine boyuna idam cezalarını düşünüyor,
kanunları sil baştan tekrar yazıyor,
Babasının bildiği tek hikayesini 'bir
katilin idamını seyretmesini' anımsıyordu.
Tiksindiği babasına hayatında ilk kez hak
veriyordu.
Kendini bir idam cezasını izlerken hayal
ediyordu o esnada. Çemberin gerisinde, öte taraftaydı.
Acı bir sevinç kopuyordu içinde,
Ardından çıkmaz bir umut kaplıyordu
benliğini.
''Tabii umut, koşup giderken bir sokağın
köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.''
Biliyordu.
Umudu hücresinin duvarlarına çarpa çarpa
yokoluyordu hemen.
Meursault, büyük bir kesinlikle;
''Öyleyse öleceğim demek ki.''
Soğukkanlılığı yerini yavaş yavaş öfkeye
bırakıyordu.
Artık neredeyse hiç uyumadan infazının
gerçekleşeceği şafak vaktini bekliyordu.
Yine hücresinin duvarlarından dönen bir
umudun yokoluşunu izlerken,
Hücresinin kapısı aralandı. Gelen cezaevi
rahibiydi. Onu görünce hafif bir titreme hissetti.
Kendisine yaklaşmaya çabalayan rahibi
keskin bir dille geri çevirdi, pişmanlık duymadığını haykırıyordu. Tanrıya
inanmıyor, Ona ihtiyaç duymuyor, dolayısıyla Ondan yardım da beklemiyordu.
Avazı çıktığı kadar bağırıyor, küfürler
ediyor, dua filan etmemesini söylüyordu.
Yüreğinin içinde ne kaldıysa son gücüyle
rahibin yüzüne kusuyordu. Acı, sevinç ve öfke patlamasıydı bu..
...
Yüzüne yıldızlar düşerken, kırlardan gelen
seslerle uyandı.
Öfkesi içindeki kötülükleri de beraberinde
söküp atmıştı sanki.
Tüm benliğini derin bir kabulleniş kapladı
aniden..
Çok uzun zaman sonra annesini düşündü.
Herşeyin tamam olduğu bir ana doğru
yürüdü. Hüzünlü bir huzur anına...
Meursault hücresinin penceresinden
gökyüzünün devridaimini seyrederken yanıt buluyordu tüm anlamsızlığı.
❝Saçma❞
…
Camus'un derin felsefesinin altında işte
bu kavram yatar.
Meursault'un hikayesi üzerinden yirminci
yüzyılda bireyin kendi özünden, doğasından kopması ile birlikte içine
düştüğü çıkmazlardan dolayı, izini sürdüğü anlam arayışını anlatır.
Fakat beyhude bir çabadır bu.
Saçmadır, çünkü asla bulunamayacaktır.
Hayatın anlamsızlığının farkına varan
insan, yaşam ve ölüm arasında; doğan, devam eden ve yiten bir tekrara
düşecektir.
Birey giderek hayattan kopacak, topluma,
kendisine yabancılaşacaktır.
Toplum kurallarından, düzeninden ayrıksı
bir uyumsuza dönüşecektir.
Yaşamın ölüm karşısında çaresizliği ve
mutlak son bilinci bireyi nihayetinde teslim olmaya mecbur edecektir.
Bu saçma felsefesinin en son aşamasıdır.
Bu aşama ''absürt-saçma insan'' profilini doğuracaktır.
Yaşamın anlamına ulaşma çabası ve ölümün
kesinliği arasındaki tüm saçmalığa, çelişkiye, üstelik farkında olmasına rağmen
hayata devam eden insandır bu.
Hayatın doğal dengesindeki bu çelişki
absürtlüğün ta kendisidir zaten.
Anlam arayışındaki saçmalık, absürt bir
eylemle sonuçlanır. Nitekim Meursault'un hiçbir neden yokken işlediği cinayette
tek delil; ''absürtlüktür.''
...
Yabancı, hacminin aksine içeriğiyle
belleğinizde tonlarca ağırlıkta bir kütle oluşturuyor. Toplumsal, sosyal,
kültürel, psikolojik tahlilleriyle çok yönlü bir eser. Kısa ve net cümlelerinin
ardında derin fırça darbeleriyle resmini toplumun vicdanına çiziyor.
Meursault katil, duyarsız, annesinin
ölümünden bile bir miktar sevinç duyabilecek kadar anti-kahramandır oysa. Peki
nedir Onu bu kadar benimseten? Yıllardır eskitemeyen.
Tanıdıktır çünkü O. Sana, bana, bize.
Meursault da bizler gibi bu çağın
tam ortasına, bir kaosun içine düşmüştür. Öyle bir kaos ki, insan en çok kendi
yüzüne yabancı. çevresindeki tüm çığlıklara ve vicdanının sesine sağırdır.
Meursault, işte bu andadır;
Vicdanınıza ayna tutar,
belki de tam bu yüzden biraz tedirgin,
biraz rahatsız eder.
...
Camus'un Yabancısının damarlarında
Varoluşçuluk, Saçma, Absürt düşüncesi dolaşır.
Evet.
Felsefi düşüncesini eserine bu denli
içselleştirilerek işlemiş olmasına rağmen, Camus kalıplara ve tanımlara girmeyi
hep reddetmiştir.
Nasıl Meursault bir yere ait değildiyse,
kendisi de bir akımın temsilcisi, öncüsü değildir.
Albert Camus ile Meursault arasında sıkı
bir bağ vardır elbette.
Camusun dünya görüşü de Meursault gibidir.
Hayat saçma, yaşam anlamsızdır.
Doğru.
Fakat insanın yaşamın anlamsızlığına
rağmen yaşamı seçmesi ise bir başkaldırıdır.
Camusa göre en kıymetli ve hiç bir
koşulda kaybedilmemesi gereken yegane değer budur.
Sık sık intiharı düşünmesine rağmen her
defasında yaşamı seçmiştir.
Saçmalığa direnmek ancak böyle mümkündür.
Nitekim Meursault son demlerinde yaşama
umudunu vurgulamış, ölüm öfkesine kapılmıştır. Hikayesi boyunca hissettiği ve
anlamlandırdığı iki histir bu.
Camus için en büyük ikilem hayata
katlanmak ya da katlanmamaktır.
Çağın buhranının ortasında, yaşam ile ölüm
arasında arafta kalmış,
sıkışmış insan için bir çıkar yol
intihardır. İnsan isterse tüm bu kaosa kendi elleriyle son verebilir,
fakat Camus, yaşamın tüm anlamsızlığına
rağmen hayatta kalıp onunla savaşmayı kutsallaştırır.
İnsan aklını ve kalbini uyumsuzluktan
ancak böyle koruyabilir.
Hayat anlamsızdır evet
ama anlamlı yaşanmalıdır..
...
Camus, ne zaman intiharı düşlese sonunda
kendini bir fincan kahve içerken bulmuş,
Vazgeçmemiş,
Anlamsız dünyaya yenilmemeştir..
Fakat ne ironidir ki, takvim 4 Ocak 1960
günü durduğunda,
Yapıtlarının trajik hakikatini ispat
edercesine,
Camus, en absürt ölüm şekli olarak
tanımladığı bir trafik kazasında yaşamını yitirmiştir.
21 Ekim Cumartesi, 2017
Can Yayınları
110 sayfa.
0 yorum