DRİNA KÖPRÜSÜ • İVO ANDRİÇ

İvo Andriç


  Drina, Balkanlar'da uzanan Sava Irmağı'nın en büyük koludur. 346 km uzunluğunda. Biri Durmiton, diğeri Komovi dağlarından çıkan Piva ile Tara akarsularının birleşmesinden meydana gelmiştir.

Drina Köprüsü ise, henüz on yaşlarında iken doğduğu topraklardan uzaklara götürülen bir erkek çocuğunun hayaline çizilmişti ilk kez. Bu çocuk Osmanlı Devleti'nin ünlü sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa idi. Köprü, sadrazamın ana yurduna armağanı oldu. Drina kıyılarında bir köyde yaşayan Hristiyan bir aileye mensuptu sadrazam. Buradan Osmanlı Sarayı'na devşirme olarak götürülmüştü.  Sokullu Mehmet Paşa yükselişinin ardından hayatından memnun olmakla birlikte vatan hasreti de çekmekte, için için sızlanmaktadır. Özlemi ve sızısını dindirmek için ise ana vatanına bu köprüyü yaptırmakta bulur çareyi. 1571 ve 1577 yılları arasında, Doğu'yla Batı'yı birleştiren bu muhteşem köprü Drina nehri üzerine inşa edilir.
Vişegrad; Drina'nın iki yanındaki sarp ve dik dağların arasından aktığı en dar yerde, toprağı inişli çıkışlı, köprünün sağ ayağını bastığı küçük bir kasabadır. Eski dönemlerde stratejik değeri vardır. Tabiki bu değer köprünün kendisi ile birlikte gelmiştir.
   Hikayenin ana vatanı da tam burasıdır.

  Osmanlı İmparatorluğu'nun en ihtişamlı dönemleri. Sarp ve siyah dağların heybetinin gölgesinde, Drina nehrinin kıyısında, Balkanların ortasında sakin, ufak ve taşra Vişegrad. Doğu ile Batı'yı birleştiren, bu kasabanın üzerine kurulan canlı tarih tanığı görkemli Drina Köprüsü..

  İvo Andriç'in destansı romanının baş kişisi de bu köprüdür. Köprünün asırlar boyu tanık olduğu tarihi,toplumsal ve sosyal olaylar, hikayeler, efsaneler, savaşlar, yıkımlar, büyük dönüşümler, isyanlar, salgınlar... yazarın tarafsız tutumu ve tüm samimiyetiyle sayfalara resmedilmiş. O kadar gerçek, öyle içten, öyle insani ve bir o kadar zalim ki..

  Zaman burada daha köprünün olmadığı, dahası yapılması kimselerin aklından bile geçmediği dönemlerde başlar. Köprünün hayali, 1516 yılının sabahında evinden, yurdundan koparılarak İstanbul'a götürülmek için nehirden bir sal ve devasa korkunç bir adamla, kıyıdan karşıya geçmek zorunda olan on yaşlarında bir oğlan çocuğunun gözünde canlanır. Alçalıp yükselen sular içerisinde karşıdan karşıya geçer, uzunca bir yola koyulur. Gün gelir gittiği topraklarda sadrazamlığa kadar yükselir, padişaha damat olur. Geçen zaman neleri unutturdu, nelerin izini hiç silemedi bu çocuk kalbinde bilmiyoruz. Fakat o günlerden kalma bir hatıratı vardır tam göğsünün ortasında. Göğsünü ortadan ikiye bölen bu sancı, yıllar içinde hiç azalmamış aksine şiddetini iyice arttırmıştı.
   Artık ihtiyar bir vezir olan Sokullu Mehmet Paşa bu acıya dayanamadığında gözlerini kapar, sızının dinmesini beklerdi. İşte öyle bir vakitte kapalı gözlerinde, yıllar önce henüz bir çocukken hayalinde canlanan resim çizildi. O acıların kaynağı Drina'ya köprüyü yaptırmaya karar verdi. Acısını dindireceğine inandı. Hemen o yıl inşa edilmeye başlandı köprü.
  Vezirin kararını verdiği yılın ilkbaharında adamları Vişegrad Kasabası'na gelip hazırlıklara başladılar. O tarihten sonra ise bu sarp ve ıssız dağların gölgesinde ki kasabada hiçbir şey aynı kalmadı.. İnsan, şehir, kasaba, nehir, yollar... her şey değişti. Acı ve umuttan başka..

  Köprü kısa sürede yaşadığı toprakların sembolü olur. Öyle ki yıllar süren yapım aşamasında halk sabırsızlanmış, bitmesine dair umudunu yitirmişti. Üstelik inşası sürdüğü yıllarda çoğu zaman halk karşılıksız çalışmaya zorlanmış, korkudan ses çıkaramamışlardı. Böyle anların yaşandığı bir vakit Radisav adında bir köylü halkı kışkırtmaya çalışmış, bunun cezasını zincirlere vurularak çekmişti. Bedeni köprüde tüm halka gözdağı vermek için sergilenmişti.

   O, aşıkların buluşma yeridir, nice aşklar burada alevlenir. Gençler en hareretli tartışmalarını burada yapar, dillere destan güzellikte genç kız sevmediği adamla evlenmemek için onun üzerinden atlar. Askerler nöbet tutar, delikanlılar bir bakışa burada aldanır. Yine en çok burada hayal kurulur, düşlere dalınır. Yıldızlar en güzel burada izlenir. O herkesin sırdaşıdır.

   Efsanelerle gerçeklerin bazı zaman iç içe geçtiği bu topraklarda üç yüz elli yıl nelere gebe değildi ki?  Salgınlar, baskınlar, işgaller, savaşlar.. Dokunduğu her dokuya can veren destansı bir yapıt Drina Köprüsü.. Bosna Hersek ve Sırbistan henüz Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı birer eyaletken başlayan hikaye, Bosna'nın Avusturya tarafından işgaliyle devam eder, Osmanlı'nın iyice zayıflamasıyla ise bu topraklarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun hakimiyet kurmasıyla son bulur. Bu tarihi olayların gölgesinde, toplumun çok kültürlü yaşayışı, ilişkileri gerçekçi ve tarafsız bir şekilde işlenmektedir. 350 yıllık tarihi süreç köprünün şahitliğinde toplumsal ve sosyolojik olarak aktarılır. Bana kalırsa, Osmanlı zamanında farklı soyların nasıl kaynaştığına, nasıl bir arada yasadığına dair görüntülerin sergilendigı en önemli eserlerden. O kadar etkileyici bir anlatımı vardı ki. Eski Bosna'yı, Balkanları özlediğimi bile hissettim. Hatta kitaplığımda bir yer açtım, Balkanları, Balkan Savaşını konu eden eserleri araştırmaya başladım. Çok eksikmişim.

   Yıllar geçmiş, devirler değişmişti. Bölgede Osmanlı'nın hakimiyeti kaybetmesi beraberinde yeni bir hayat tarzı getirmişti. Artık fikir ve düşünce önemliydi. Çağ yepyeni gençliğin devriydi. İnsan hakları, eşitlik, bağımsızlık, özgürlük kavramları ateş olup, gençlerin yüreğini yakmaktaydı. Drina gibi hoyrat ve taşkındı yürekleri.
  Yeni hayat ve idare tarzı kısa sürede benimsenmişti benimsenmesine ama biraz zaman sonra kötü tarafları da ayyuka çıkmaya başlamıştı. Özellikle milliyetçilik tutkusu Sırpları bağımsızlığa teşvik ediyor, isyanlar yavaş yavaş büyüyor, halkın yeni hayat tarzına bağladığı umutlar köreliyordu. Müslüman halk zaten Osmanlı'nın parçalanmasından dolayı derin üzüntü içerisindeydi.
  Sırp bir gencin Avusturya veliahtı Ferdinand'ı öldürmesiyle olaylar çığrından çıkıyor.

  Yani genel bir bakış açısıyla baktığımızda, kitabı üç ana bölüme ayırabiliriz. Buna göre 1.Bölüm Osmanlı zamanını ve köprünün yapılışını, 2.Bölüm Osmanlı'nın Balkanlarda gücünü kaybetmesini ve zayıflamasını, 3.Bölüm ise Avusturya Macaristan dönemini ve köprünün uğradığı yıkımı anlatır.

  Felaket ve yıkımlarda dini, dili, ırkı ne olursa olsun ortak paydasına insan sevgisini alan, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi farketmeksizin tüm kimliklere eşit ve içten yaklaşan doyumsuz evrensel bir anlatıdır bu.



 Altı çizilecek satırı, not alınacak mesajları, hakkında sayfalar dolu konuşacak, ders alınacak o kadar çok hikayesi var ki. Birine değinsem diğeri küsecek gibi hissediyorum. Asırlardır insanoğlunun çektiği çile, zulüm aynı ve en acısı hala bir yerlerde bunları yaşayan insanların olduğunu bilmek. Ne teknoloji ne bilim insanları durdurabilmiş, zaman değiştikçe, devir geliştikçe zulüm çeşitlenmiş adeta. Kitabı okurken bilin ki acı çekeseksiniz, kalbinizin atışlarını hissedeceksiniz.

  Tam üç haftada okudum Drina Köprü'sünü.. Sindire, sindire.. Yanımdan, yastığımın altından ayıramadım. Nereye gitsem benimle geldi, bırakamadım. Hala yatağımın yanındaki masada, başucumda duruyor. Ayrılamadım. Açıp arasıra Ali Hoca'nın gözlerini yumduğu sahneyi okuyorum. Son sahneyi. Öyle içime işledi. Bir son aşığı olarak, böylesi gürül gürül çağlayan bir eserde tam aradığım sükunette bir son buldum. Her bölümüyle kalbime ayrı ayrı kazındı.
  Üç haftada okuduğuma aldanıp sakın ağır ilerlediğini, akmadığını düşünmeyin. tam aksine temposu hiç düşmüyor. Sadece ben eseri çok fazla benimsedim.
  İvo Andriç bütün karakterlerine dini, ırkı, vatanı neresi olursa olsun öyle içten ve sevgiyle yaklaşmış ki. Beni kendine hayran bıraktı. Adeta tüm insanlığı babacan bir edayla kucaklamış. Sırf bu etken için bile okunmaya değer.

  Şimdilerde yapmak istediğim Balkan turu öylesine güçlü bir arzuya dönüştü ki içimde, en büyük hayalim oldu. Umarım Drina Köprüsü'nde yıldızlara kavuşmam çok uzun sürmez..

 Yüzyılların tüm zulüm görmüşlerine rahmetle..

10 Aralık 2016
İletişim Yayınları 
349 syf.


0 yorum