ATATÜRK'ÜN UŞAĞI CEMAL GRANDA ANLATIYOR
Elimdeki kitap bugün başka milletlerde olsa muhtemelen ders kitabı gibi okutulur, halkın çocuk yaşlarda belleklerine kazıtılırdı.
''Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. yüzyılın dahisi Türklere nasip oldu ve kader onu bizim karşımıza çıkardı.''
Bu ve bunun gibi onlarca, yüzlerce demeç var, okuyabilirsiniz. Savaştıkları, düşmanı oldukları bir komutan, bir lideri bu derece övgü dolu sözlerle anan milletler, O lidere sahip olsalar ne yaparlardı? Elbette her yönüyle nesillerine anlatır.. Anlatırlardı..
Kitabın bu kadar göz ardı edilmesi, bilinmemesi üstüne baskısının bile olmayışı beni çok üzmüş olmalı ki; 2 yıl önce kitabı ararken böylesi sözler ettiğimi anımsıyorum. Peki hiç okuma, bilme, tanıma zahmetine bile katlanmadan en çok eleştiren, eleştiren, eleştiren kimler??? Sanırım cevabı hepimiz biliyoruz. Hele ''seversin, sevmezsin!'' safsatasına hiç bulaşmıyorum bile. Saygı da duymuyorum. Onların kimlerin torunu oldukları belli. Sanırım bu cevabı da hepimiz biliyoruz!
Bu sebepledir ki; emanetinin bekçileri olarak bizler, emanetinin ihanetçilerine karşı dimdik durabilmek için O'nu her yönüyle çok iyi tanımalı, gelecek nesillere doğru, tarafsız anlatmalıyız. Aslında konuya hiç evirip çevirmeden girme niyetindeydim.
Yine dayanamadım.🙄
der...
Tahmin edileceği üzere çocuklar yatılı okula yerleştirilir.
✩ Gözüm Görüyor, Ayağım da Yerinde...
10 Ağustos 1929 yılının gecesinde Söğütlü yatıyla Boğaz'da gezintiye çıkılır, ardından Erzurum Genel Müfettişi Milletvekili Tahsin Uzer'in yalısına geçilir. Yalıda hemen sofra kurulur. Sofra faslı sürerken, yatı iskelede gören halk yalının önünde toplanır, hep bir ağızdan bağrışır:
''Gazi'yi isteriz, Gazi'yi isteriz...''
Atatürk'ün o günlerde çok hasta olduğu, felç geçirdiği, gözlerinin görmediği dedikoduları ortaya çıkmıştı. Halk bu duruma anlaşılan çok içerlemiş ve üzülmüştü. Gürültüler giderek artınca Atatürk balkona çıkarak halkına şöyle seslenmişti:
Fakat halk yalının önünden ayrılmıyor...Gecenin bir vakti sokaklara dökülen halk O'nu çok duygulandırmıştır. Devam etti:
O halkına ne kadar muhabbetle bağlı ise, halkı da O'na o denli sadakatle bağlı idi.
✩ Halkın Ekmeğiyle Oynama...
Savaştan yorgun çıkan Türk halkı yoksuldur da. Atatürk'ün aldığı tüm kararlar milletini tam bağımsızlığa ulaştırmak, yoksulluktan kurtarmak, refaha ve bolluğa kavuşmasını sağlamaya yöneliktir. Yapılan her işin O'nun için yegane amacı, halkın yararına olmasıdır.
Bir akşam sofrasında İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, günlük konuşmaların ardından ekmek zammının nedenlerini anlatmaya başlamasıyla Atatürk birden ciddileşir. Halkın yemek için zaten bir tek ekmeği olduğunu söyler ve devam eder:
...
✩ Kafese Girdi...
Ah, en sevdiğim hatıralarıydı. Masal kahramanı gibi..
Atatürk'ün yaratılışı bağımsızlık, özgürlüktü.. Fıtratında bu vardı.
En büyük arzusu halkının arasında, onlarla beraber özgürce yaşamaktı.
Kitapta yer alan hemen hemen tüm anılarda bu havayı soluyabiliyorsunuz zaten.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bu arzusunu sık sık tekrarlar, halkın arasında sınırsız yaşamanın özlemini çekermiş.
Bu başlık altında O'nun kimi zaman saraydan kaçarak bir lokantada halkla beraber omuz omuza oyunlar oynayıp eğlendiğinin, kimi zaman gecenin bir yarısı sahil kıyısında öğrencilerle oturup hasbihal ettiğinin hayaline dalıyorsunuz.
Okursanız şayet, belki sizinde gözünüzde benim gibi Atatürk'ün salıncakta sallandığı fotoğrafı canlanır..
Sonra Çağan Irmak'ın paylaştığı şu sözleri hatırlarsınız;
''50 ye kadar sen beni salla, 50 ye kadar ben seni sallıyım tamam mı Ata? Eminim yaşasaydın gülümserdin bu esprime. İnan ki zaten tüm sihir bu pozu verebilecek kadar kendinle barışık olmakta gizli. Mahkeme duvarı gibi bir suratla gezip ona buna höst möst çekerek adam olunmuyo sende bilirsin. Sıkıyosa şimdikiler o kara camlı ciplerinden inip bu pozu verebilsinler. Veremezler neden mi???? İncileri dökülür de ondan. Kendi varlığından korkmamayı öğrettiğin için teşekkürler.♡''
10 Kasım 2014
✩ Çallı İbrahim ve Arkadaşı...
Atatürk, Beyoğlu'nda bir lokantadır. Oturduğu masanın biraz ilerisinde iki arkadaş gözüne ilişir. O kişilerden biri ünlü ressam Çallı İbrahim, diğeri arkadaşı Hüseyin Kavalalı'dır. Cemal Granda'ya beyleri çağırması için emir verir. Atatürk her daim sofrasında kalabalıktan hoşlanır, her kesimden insanla konuşmayı sever, herkesin düşüncesini, fikrini can kulağıyla dinlerdi.
Beyler masaya teşrif ederler. Çallı masaya davet edildikleri için ''Büyük Başkanımız...'' diye başlayıp teşekkür edecekken, Atatürk sözünü keser;
der..
Saatler ilerler, sohbet koyulaşır. Muhabbet arkadaşları coşturdukça coşturur.. Atatürk kelamlardan hoşnut;
Toplumun her kesimine gösterilen ilgi, verilen değer de ortada.. Şimdinin gelinen sürecinde halka biçilen rol de ortada...
Ah çekmeyip ne yapmalı. Cumhuriyet böylesi düşüncenin ve insaniyetin ürünü.
Üzüntüm buna.
✩ Yalnızlığı...
Çok bir şey söylemeye gerek yok.
Cemal Granda'nın satırları...
...
✩ Son Bayramı...
.
Cumhuriyetin 15. yılı...
Atatürk çok hasta...
Dolmabahçe Sarayı'na bir vapur yanaşır. İçinde üniversite gençleri. Atalarıyla bayramlarını kutlamaya gelmişler.
Çok duygulanır, takati yoktur ama kalkmak ister.
Kollarına girerler, kaldırırlar.
Eliyle gençleri selamlar.
Vapurdan bir alkış tufanıdır kopar.
Selamları ve coşkularıyla,
''Dağ başını duman almış..'' marşı ile uzaklaşır, gözden kaybolurlar.
Atatürk, cansız fakat umutlu bir sesle,
...
Kendime en yakın gördüğüm hatıralardan kesitler bunlar. Neden Atatürk? 'ün kanıtı belki de. Ama kesinlikle bu kadar değil. Atatürk'ün dehasının, ilke ve inkilaplarının arkasında nasıl bir vatan, millet sevgisinin yattığının, emanetinin tohumlarının nasıl bir incelik ve nezaketle atıldığının resmidir bugün bu satırlar. Yoksa kalbime biri diğerinden daha az dokunmuş değil anıların.
Atatürk'ün hiç mal varlığı olmadığını, olanı da zaten halkına bağışlamış olduğunu, eniştesinin fabrikasına en ağır vergi külfetini getirdiğini, Harf İnkılabını halkın arasındayken kendisinin duyurduğunu, tarih tutkusunu, Nutuk'u yazarken 48 saat uykusuz kaldığını, gittiği her yerde masraflarını kendi cebinden ödediğini, hizmetkarları ve çalışanlarıyla sohbetini, çevresiyle şakalaşmasını, gönderdiği mesajları, öngördüğü gayeleri, sanata ve sanatçıya duyduğu saygısını, kadınlara gösterdiği ihtimamı, gençlere ilgi ve alakasını, hoşgörüsünü, hayvan ve çocuk sevgisini... dahası dahasını.. yine aynı yoğun duygularla okudum.
İsterdim ki, herkeste okusun..
Ve tabi içkisi.. Beni zerre ilgilendirmiyor. Sizi de.
Atatürk'ün içkiyi sevdiğini kimse inkar edemez, etmez. Kendisi de etmemiş bizzat halkının karşısında onlarla beraber içmiştir zaten.
Çok uzatmak niyetinde değildim aslında ama böyle oldu. İyiki de oldu. Dilerim bir kişi dahi olsa elindekinin kıymetinin ne denli büyük olduğunu anlasın.
Bizler,
Yükümüz her zamankinden daha ağır belki.
Belki sizinde benim gibi çok şey boğazınızda düğüm..
Ama yine O'nun bir sözündedir tüm ümidim;
380 syf.
Bu sebepledir ki; emanetinin bekçileri olarak bizler, emanetinin ihanetçilerine karşı dimdik durabilmek için O'nu her yönüyle çok iyi tanımalı, gelecek nesillere doğru, tarafsız anlatmalıyız. Aslında konuya hiç evirip çevirmeden girme niyetindeydim.
Yine dayanamadım.🙄
Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu. Dünyanın dehasını kabul ettiği büyük lider Mustafa Kemal Atatürk.. Hakkında çok sayıda belgesel, kitap, araştırma vardı. Fakat tek bir soru üzerindeki perde kalkamamıştı bir türlü:
Nasıl biriydi?
...
Nasıl bir insandı?
Ne yer ne içerdi?
Nasıl çalışır, ne zaman uyurdu?
Hangi müzikleri dinler,
Hangi kitapları okurdu?
Öfkesi, sevinci, nefreti, sevgisi nasıl olurdu?
Atatürk'ün tüm ünvanlarından, rütbelerinden uzak insani yönlerinin, duygularının keşfi. Kah bir masada en yakın dostluklarına, kah özgür ruhuyla alıp başını gitme isteklerine şahit oluyoruz..
Nasıl biriydi?
...
Nasıl bir insandı?
Ne yer ne içerdi?
Nasıl çalışır, ne zaman uyurdu?
Hangi müzikleri dinler,
Hangi kitapları okurdu?
Öfkesi, sevinci, nefreti, sevgisi nasıl olurdu?
Atatürk'ün tüm ünvanlarından, rütbelerinden uzak insani yönlerinin, duygularının keşfi. Kah bir masada en yakın dostluklarına, kah özgür ruhuyla alıp başını gitme isteklerine şahit oluyoruz..
Cemal Granda, 3 Temmuz 1927 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün hizmetine girdi ve O'nun ölümüne kadar yanından hiç ayrılmadı. 11 yıl boyunca geceli gündüzlü sofracı ve hizmetkar olarak çalıştı. Atatürk'ün ölümünden sonra O'na dair anılarını derledi. Dolmabahçe Sarayı'nda ve Çankaya Köşkü'nde sabahlara dek süren sofra muhabbetlerinin canlı tanığıydı. O sofralar ki, dönemin en ünlü devlet, bilim, sanat adamlarını ağırladı. Saatler süren uzun sohbetlerde, günlük olaylardan memleket meselelerine kadar her konuda konuşulurdu.
Bu sofra halkın sofrası, halkın sesiydi bir nevi Atatürk için. Mahalle arkadaşlarından edipler,şairlere, öğretmenlerden bilim adamlarına, silah arkadaşlarından politikacılara kadar her çeşit insan bu sofranın konuğuydu. Ayrı eğitim, ayrı vizyondaki bu insanlarla tartışırken, dinlerken sanki yurdun sesini duyardı.
Bazen bir edebi sohbet meclisi, bazen bir köprü, bazense bir tarih sahnesi halini alırdı. Atatürk burada herkesi aynı samimiyet, aynı dikkatle dinler, yanında açık konuşulmasını sever ve isterdi. Danışmaya çok önem verir, kimsenin hor görülmesine katlanamazdı. En umulmadık kişilerden çok şeyler öğrendiğini, hiçbir kanaati hakir görmemek gerektiğini dillendirirdi. Herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk aldığını söylerdi.
''Ben yalnız liyakat aşığıyım.''
Bu yüzdendir ki Atatürk'ün sofrası her zaman tartışma ve sohbet meclisi olarak kalmış, eğlence ve cümbüş bayalığına hiç düşmemiştir.
''Ben yalnız liyakat aşığıyım.''
Atatürk, sofrada ortaya attığı her konu üzerinde görüşler açıklanınca karşısındakinin liyakat derecesini de ölçmüş olurdu.
Liyakat sistemi:
İstihdam edilecek kişilerin, kişisel dostluk, aynı partiden olma veya aynı siyasi görüşü paylaşma, soyluluk vb. ölçütlere göre değil; görevin gerektirdiği yeterlilik, nitelik ve yeteneklerin ölçüldüğü, aynı şartları taşıyan herkesin katılımına açık olarak yapılan sınav yoluyla belirlendiği sistem.
Bu yüzdendir ki Atatürk'ün sofrası her zaman tartışma ve sohbet meclisi olarak kalmış, eğlence ve cümbüş bayalığına hiç düşmemiştir.
...
Malum başkanlık rejiminin en yoğun tartışıldığı dönemdeyiz. Anayasa değişikliği, rejim değişikliği derken gündeme yetişmek, sağduyulu hareket etmek, ve değerlerine sahip çıkmak her geçen gün daha içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bize düşen bu kadar kolaydı oysa.. Sahip çıkmak...
Dolayısıyla okurken yüzüme tatlı bir tebessüm yerleştirir, eski anıları yad ederim diye düşlediğim kitap daha çok içimi sızlattı, ahlarımı çoğalttı. Baştan sona, hiç yaşamadığım o zaman dilimini özleye özleye bitirdim kitabı. Sanırım kitabın benim açımdan tek kelime karşılığı bu oldu. Şimdi sorsalar, yıllar sonra tekrarlatsalar da şunu derim, diyeceğim;
''Özlem''
Tam 144 tane birbirinden değerli an, anı gözümüzün önünde.. En yalın en bizden haliyle. Elbette hepsi aynı derecede kıymetli ve ayrı ayrı eşsiz bir belge ve ders niteliğinde. Ama ben özellikle O'na hayranlığımı, teşekkürümü, vefamı arttıran, Atatürk'ün ne kadar büyük bir devlet ve halk adamı olduğunu, milletine sevgisini, bağlılığını ve verdiği değeri gösteren anılarına değinmek istiyorum.
Ahlarımın satırlara, kalbimin hasrete, hüznümün gurura karıştığı anılar..
✩ Sığırtmaç Mustafa...
Aslında başlığını yazmalıydım.. ''Hasta Çobanı Ziyaret''.. Tek başına şiir gibi. Çok zarif değil mi?
Hatıratın tamamı daha nezaket ve övgü dolu. Şöyle ki;
Atatürk'ün sık sık halkın arasına karıştığı, vatandaşlarının dertlerini bizzat kendilerinden dinlediği, ihtiyacı olan herkese elinden gelen herşeyi tereddütsüz yaptığı, yardımı esirgemediği bilinen bir gerçek. Yalnız bu olay Cumhuriyet'in ilanından sonra sürekli çıktığı yurt gezilerinden biri sırasında değil, çoğunlukla Yalova'da geçirdiği yaz aylarından bir gün çıktığı gezinti esnasında başlar.
Atatürk 1930 yılının bir yaz ayında atla gezinirken rastlar Mustafa'ya. Yanına yaklaşır, sorular sorar, konuşur onunla. Tabi Mustafa karşısındakinin kim olduğunu bilmiyor. Atatürk kendisine iş teklif eder, para teklif eder ama Mustafa hiçbirini kabul etmez. Dürüstlüğü ve verdiği cevaplar çok hoşuna gider Atatürk'ün. Hemen ertesi gün çoban apar topar Atatürk Köşkü'ne getirilir. Bir süre sonra sıtmadan dolayı karnının şiştiği farkedilince tedavi için İstanbul'a gönderilir. Yalova'dan İstanbul'a döndüğünde bir gece yarısı aklına düşer Mustafa, Atatürk'ün. Saat gecenin ikisinde hastaneye ziyaretine gider. Sabaha karşı ayrılır yanından. Akşamına her zaman kurulduğu üzere bir sofradalar. Konu döner dolaşır gelir Sığırtmaç Mustafa'ya.
''Efendim, çoban hiç okur mu? Adam olur mu?'' derler.
O,
der.
Devamında;
''Çoban Mustafa, Atatürk'ün Dolmabahçe'de mübarek naaşını yaşarmış gözlerle selamlarken, üzerinde Kuleli üniforması vardır.'' yazar.
✩ Ayağına Kapanan Kadın...
Yine bir yaz Yalovadalardır. Bir gün bir kadın çıkagelir. Atatürk'ü gördüğü sırada ayaklarına kapanmak ister. Atatürk kadına engel olur, ''Estağfurullah'' diyerek geri çekilir. Önce mahcup bir havaya bürünsede hemen sonra bu harekete çok kızdığı belli olur. Sinirli bir ses tonuyla ''Ne istiyorsun?'' diye sorar. Kadın öğretmendir ve üç çocuğunu yatılı okula vermek istemektedir.
Atatürk büsbütün canı sıkılarak;
Dolayısıyla okurken yüzüme tatlı bir tebessüm yerleştirir, eski anıları yad ederim diye düşlediğim kitap daha çok içimi sızlattı, ahlarımı çoğalttı. Baştan sona, hiç yaşamadığım o zaman dilimini özleye özleye bitirdim kitabı. Sanırım kitabın benim açımdan tek kelime karşılığı bu oldu. Şimdi sorsalar, yıllar sonra tekrarlatsalar da şunu derim, diyeceğim;
''Özlem''
Tam 144 tane birbirinden değerli an, anı gözümüzün önünde.. En yalın en bizden haliyle. Elbette hepsi aynı derecede kıymetli ve ayrı ayrı eşsiz bir belge ve ders niteliğinde. Ama ben özellikle O'na hayranlığımı, teşekkürümü, vefamı arttıran, Atatürk'ün ne kadar büyük bir devlet ve halk adamı olduğunu, milletine sevgisini, bağlılığını ve verdiği değeri gösteren anılarına değinmek istiyorum.
Ahlarımın satırlara, kalbimin hasrete, hüznümün gurura karıştığı anılar..
✩ Sığırtmaç Mustafa...
Aslında başlığını yazmalıydım.. ''Hasta Çobanı Ziyaret''.. Tek başına şiir gibi. Çok zarif değil mi?
Hatıratın tamamı daha nezaket ve övgü dolu. Şöyle ki;
Atatürk'ün sık sık halkın arasına karıştığı, vatandaşlarının dertlerini bizzat kendilerinden dinlediği, ihtiyacı olan herkese elinden gelen herşeyi tereddütsüz yaptığı, yardımı esirgemediği bilinen bir gerçek. Yalnız bu olay Cumhuriyet'in ilanından sonra sürekli çıktığı yurt gezilerinden biri sırasında değil, çoğunlukla Yalova'da geçirdiği yaz aylarından bir gün çıktığı gezinti esnasında başlar.
Atatürk 1930 yılının bir yaz ayında atla gezinirken rastlar Mustafa'ya. Yanına yaklaşır, sorular sorar, konuşur onunla. Tabi Mustafa karşısındakinin kim olduğunu bilmiyor. Atatürk kendisine iş teklif eder, para teklif eder ama Mustafa hiçbirini kabul etmez. Dürüstlüğü ve verdiği cevaplar çok hoşuna gider Atatürk'ün. Hemen ertesi gün çoban apar topar Atatürk Köşkü'ne getirilir. Bir süre sonra sıtmadan dolayı karnının şiştiği farkedilince tedavi için İstanbul'a gönderilir. Yalova'dan İstanbul'a döndüğünde bir gece yarısı aklına düşer Mustafa, Atatürk'ün. Saat gecenin ikisinde hastaneye ziyaretine gider. Sabaha karşı ayrılır yanından. Akşamına her zaman kurulduğu üzere bir sofradalar. Konu döner dolaşır gelir Sığırtmaç Mustafa'ya.
''Efendim, çoban hiç okur mu? Adam olur mu?'' derler.
O,
der.
Devamında;
''Çoban Mustafa, Atatürk'ün Dolmabahçe'de mübarek naaşını yaşarmış gözlerle selamlarken, üzerinde Kuleli üniforması vardır.'' yazar.
✩ Ayağına Kapanan Kadın...
Yine bir yaz Yalovadalardır. Bir gün bir kadın çıkagelir. Atatürk'ü gördüğü sırada ayaklarına kapanmak ister. Atatürk kadına engel olur, ''Estağfurullah'' diyerek geri çekilir. Önce mahcup bir havaya bürünsede hemen sonra bu harekete çok kızdığı belli olur. Sinirli bir ses tonuyla ''Ne istiyorsun?'' diye sorar. Kadın öğretmendir ve üç çocuğunu yatılı okula vermek istemektedir.
Atatürk büsbütün canı sıkılarak;
der...
Tahmin edileceği üzere çocuklar yatılı okula yerleştirilir.
✩ Gözüm Görüyor, Ayağım da Yerinde...
10 Ağustos 1929 yılının gecesinde Söğütlü yatıyla Boğaz'da gezintiye çıkılır, ardından Erzurum Genel Müfettişi Milletvekili Tahsin Uzer'in yalısına geçilir. Yalıda hemen sofra kurulur. Sofra faslı sürerken, yatı iskelede gören halk yalının önünde toplanır, hep bir ağızdan bağrışır:
''Gazi'yi isteriz, Gazi'yi isteriz...''
Atatürk'ün o günlerde çok hasta olduğu, felç geçirdiği, gözlerinin görmediği dedikoduları ortaya çıkmıştı. Halk bu duruma anlaşılan çok içerlemiş ve üzülmüştü. Gürültüler giderek artınca Atatürk balkona çıkarak halkına şöyle seslenmişti:
Fakat halk yalının önünden ayrılmıyor...Gecenin bir vakti sokaklara dökülen halk O'nu çok duygulandırmıştır. Devam etti:
O halkına ne kadar muhabbetle bağlı ise, halkı da O'na o denli sadakatle bağlı idi.
✩ Halkın Ekmeğiyle Oynama...
Savaştan yorgun çıkan Türk halkı yoksuldur da. Atatürk'ün aldığı tüm kararlar milletini tam bağımsızlığa ulaştırmak, yoksulluktan kurtarmak, refaha ve bolluğa kavuşmasını sağlamaya yöneliktir. Yapılan her işin O'nun için yegane amacı, halkın yararına olmasıdır.
Bir akşam sofrasında İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, günlük konuşmaların ardından ekmek zammının nedenlerini anlatmaya başlamasıyla Atatürk birden ciddileşir. Halkın yemek için zaten bir tek ekmeği olduğunu söyler ve devam eder:
...
✩ Kafese Girdi...
Ah, en sevdiğim hatıralarıydı. Masal kahramanı gibi..
Atatürk'ün yaratılışı bağımsızlık, özgürlüktü.. Fıtratında bu vardı.
En büyük arzusu halkının arasında, onlarla beraber özgürce yaşamaktı.
Kitapta yer alan hemen hemen tüm anılarda bu havayı soluyabiliyorsunuz zaten.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bu arzusunu sık sık tekrarlar, halkın arasında sınırsız yaşamanın özlemini çekermiş.
Bu başlık altında O'nun kimi zaman saraydan kaçarak bir lokantada halkla beraber omuz omuza oyunlar oynayıp eğlendiğinin, kimi zaman gecenin bir yarısı sahil kıyısında öğrencilerle oturup hasbihal ettiğinin hayaline dalıyorsunuz.
Okursanız şayet, belki sizinde gözünüzde benim gibi Atatürk'ün salıncakta sallandığı fotoğrafı canlanır..
Sonra Çağan Irmak'ın paylaştığı şu sözleri hatırlarsınız;
''50 ye kadar sen beni salla, 50 ye kadar ben seni sallıyım tamam mı Ata? Eminim yaşasaydın gülümserdin bu esprime. İnan ki zaten tüm sihir bu pozu verebilecek kadar kendinle barışık olmakta gizli. Mahkeme duvarı gibi bir suratla gezip ona buna höst möst çekerek adam olunmuyo sende bilirsin. Sıkıyosa şimdikiler o kara camlı ciplerinden inip bu pozu verebilsinler. Veremezler neden mi???? İncileri dökülür de ondan. Kendi varlığından korkmamayı öğrettiğin için teşekkürler.♡''
10 Kasım 2014
✩ Çallı İbrahim ve Arkadaşı...
Atatürk, Beyoğlu'nda bir lokantadır. Oturduğu masanın biraz ilerisinde iki arkadaş gözüne ilişir. O kişilerden biri ünlü ressam Çallı İbrahim, diğeri arkadaşı Hüseyin Kavalalı'dır. Cemal Granda'ya beyleri çağırması için emir verir. Atatürk her daim sofrasında kalabalıktan hoşlanır, her kesimden insanla konuşmayı sever, herkesin düşüncesini, fikrini can kulağıyla dinlerdi.
Beyler masaya teşrif ederler. Çallı masaya davet edildikleri için ''Büyük Başkanımız...'' diye başlayıp teşekkür edecekken, Atatürk sözünü keser;
der..
Saatler ilerler, sohbet koyulaşır. Muhabbet arkadaşları coşturdukça coşturur.. Atatürk kelamlardan hoşnut;
Toplumun her kesimine gösterilen ilgi, verilen değer de ortada.. Şimdinin gelinen sürecinde halka biçilen rol de ortada...
Ah çekmeyip ne yapmalı. Cumhuriyet böylesi düşüncenin ve insaniyetin ürünü.
Üzüntüm buna.
✩ Yalnızlığı...
Çok bir şey söylemeye gerek yok.
Cemal Granda'nın satırları...
...
✩ Son Bayramı...
.
Cumhuriyetin 15. yılı...
Atatürk çok hasta...
Dolmabahçe Sarayı'na bir vapur yanaşır. İçinde üniversite gençleri. Atalarıyla bayramlarını kutlamaya gelmişler.
Çok duygulanır, takati yoktur ama kalkmak ister.
Kollarına girerler, kaldırırlar.
Eliyle gençleri selamlar.
Vapurdan bir alkış tufanıdır kopar.
Selamları ve coşkularıyla,
''Dağ başını duman almış..'' marşı ile uzaklaşır, gözden kaybolurlar.
Atatürk, cansız fakat umutlu bir sesle,
...
Kendime en yakın gördüğüm hatıralardan kesitler bunlar. Neden Atatürk? 'ün kanıtı belki de. Ama kesinlikle bu kadar değil. Atatürk'ün dehasının, ilke ve inkilaplarının arkasında nasıl bir vatan, millet sevgisinin yattığının, emanetinin tohumlarının nasıl bir incelik ve nezaketle atıldığının resmidir bugün bu satırlar. Yoksa kalbime biri diğerinden daha az dokunmuş değil anıların.
Atatürk'ün hiç mal varlığı olmadığını, olanı da zaten halkına bağışlamış olduğunu, eniştesinin fabrikasına en ağır vergi külfetini getirdiğini, Harf İnkılabını halkın arasındayken kendisinin duyurduğunu, tarih tutkusunu, Nutuk'u yazarken 48 saat uykusuz kaldığını, gittiği her yerde masraflarını kendi cebinden ödediğini, hizmetkarları ve çalışanlarıyla sohbetini, çevresiyle şakalaşmasını, gönderdiği mesajları, öngördüğü gayeleri, sanata ve sanatçıya duyduğu saygısını, kadınlara gösterdiği ihtimamı, gençlere ilgi ve alakasını, hoşgörüsünü, hayvan ve çocuk sevgisini... dahası dahasını.. yine aynı yoğun duygularla okudum.
İsterdim ki, herkeste okusun..
Ve tabi içkisi.. Beni zerre ilgilendirmiyor. Sizi de.
Atatürk'ün içkiyi sevdiğini kimse inkar edemez, etmez. Kendisi de etmemiş bizzat halkının karşısında onlarla beraber içmiştir zaten.
Çok uzatmak niyetinde değildim aslında ama böyle oldu. İyiki de oldu. Dilerim bir kişi dahi olsa elindekinin kıymetinin ne denli büyük olduğunu anlasın.
Bizler,
Yükümüz her zamankinden daha ağır belki.
Belki sizinde benim gibi çok şey boğazınızda düğüm..
Ama yine O'nun bir sözündedir tüm ümidim;
''Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.''
23 Ocak 2017
Kristal Kitaplar380 syf.
0 yorum