SAVAŞÇILARIN EFENDİSİ ALPARSLAN 1071 • EBUBEKİR SUBAŞI
Geçmiş zamanlara iyi bak. İhtiyacın olan güç oralarda bir yerlerdedir belki..
Aralık.. İyiki dediğim nadir kitaplardan biri elimde. Son geceleri. Adını tarihin tozlu sayfalarına altın harflerle kazımış ama adı gitgide daha hoyratça, dillerden savrulmuş gönüllerden kopmuş kahramanlar belleğimde..
Uzun zamandır çıkmak istediğin yol önünde uzanır ama bir türlü çentik atılamaz takvim yapraklarından bir rakam bir güne.. Öyle bir gündeyim. Çıkmak istediğim yol önümde değil geçmişte uzanıyor tek farkla. Koca bir memleketin geçmişinde. Memleketimde. Nice kahramanları nice destanları heybesinde saklayan, lügatta anlamı üzerinde yaşanılan kara parçası olan. Vatan...
Bir cesaret, bir gayret gerekli. İçimde ufak, hissedilmez var yok arası bir kıpırtı harekete geçecek bir sebep arıyor. Bir kıvılcım, sonrası önünde duramayacak uzaklık, unutkanlık biliyor.
Okuma serüveninin başlangıç aşamasına bir ben miyim satırlarca anlam yükleyen? Emin değilim. Yola çıkmak, yolda olmak, yol hali.. Nihayeti görmek değil arzum yol boyu gitmek gitmek.. Varmayı değil, yol almayı önemseyenlerdenim. Uzadıkça ufuk çizgileri önünde yol başındaki o çelimsiz, küçük kız da büyür, dolar, taşar hissederim. Bu sebepledir ki, ilk adımı attığım o patika, sapa, alacakaranlık basamak mihenk taşıdır bu yolun. Yine bu yüzden elbette çok kıymetlidir.
Biraz fazla duygu girdabının içinde karar vermişken elim uzanmıştı ötelediğim, hatta bariz umursamadığım üst üste duran kitap yığını arasına. 1071, yurdumuzun anahtarıydı. Hep söylenen, yıllarca okullarda dillere pelesenk edilen o sözler çınladı kulaklarımda,
''Anadolu'nun kapılarını Türklere açan...''
nereden nasıl bana geldiğini anımsayamadığım kitabı avuçlarımın arasına alırken.
Destansı hikayemiz, Suriye'de Halep şehrinin en eski mahallelerinin birinden davet ediyor bizi.
Henüz daha ilk saman sayfalarında, benden önceki yoldaşının kaleminden çıkan sarı mürekkep titrekçe çizmiş altını,
''Malazgirt'in sırları...''
O gece, kanını ateşlemeye yetmiş bu iki kelimeyi okuyabilmek.
Bu iki kelime tek satır: Hatıraları, sevdaları birazdan enkazına karışacak olan o köhne ev yıkılırken, asırlardır en derinlerinde sakladığı emanetine; bir kaç ihtiyarın avuçlarına ve merhametine bıraktığı perişan bir tomar kağıda aitti.
Kenarlarında kurt yenikleriyle dolu bu bir tomar kağıt ile geçmişe doğru uzun, soluksuz ve gururlu bir yolcuğa başlamış olduk böylece. Kelimeler karşılığını buldukça günümüz dilinde sırların üzerinden yılların tortusu da kalkıyordu. Üstümüzü başımızı toz içinde bırakarak kalbimize ışık tutuyordu.
İbni Mahleban, yani masal anlatıcımız. Bir kitap kahramanı ne kadar tezahür edilebilirse zihinlerde öylece doldurdu tüm zihnimi heybetiyle. O tatlı dilini duyumsadım ince ince. İbni Mahleban anlattı Afşin oğlu Alptigin ile ben dinledik kalbimizin atışlarını duya duya. Gurur dolduk, onur duyduk. Göğsümüz kabardı, ardından hasretle,esefle sıkıştı.
İbni Mahleban'ın ağzından dinledik tüm hikayeyi çoğu zaman nefes alıp vermeyi unutarak. Hikaye boyu özümüze ait ne varsa iliklerimize kadar hissettik. Kafamızı kaldırıp gerçek hayatla, günümüz insanının bilmezliğiyle yüzleşmek artık daha acı ve zordu.
Altını çizdiğim ilk satıra döndüm tekrar baktım içim sızladıkça,
'' ... Ama ben ne olduğumun farkındayım, sen değilsin. İşte aramızdaki büyük fark!''
Farkında olmak... Bastığın toprağın, kafanı kaldırdığında baktığın gökyüzünün, gördüğün istikbalinin, akan suyun, çağlayan ırmağın, bulutun, ağacın, ayın, yıldızın, vatanın.. Ve kara toprağın altında yatanın. Göçüp gidenlerin anısını anlamak, acısını yaşamak. Bir iz aramak. Sizi unutmadık diyebilmek için. Kimsenin kahramanına ihtiyaç duymamak, modern dünyanın sahte masal kahramanlarına kanmamak için. Yere daha sağlam basabilmek, sendelemeden yürümek, düştüğünde kalkacak gücü bulabilmek için. İnsanlığımız, benliğimiz, özümüz, coğrafyamız için. İhtiyacımız olan iyilik için. Tüm bunlar için her zaman ileri görüşlü olmak lazım gelmez, bazen aradığın kudret için kafanı geriye çevirip bakman gerekir.
Öyle bir komutan vardı ki bir zamanlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümdarı. Anadolu'nun kapılarının kilidini kırıp bizi içeri buyur eden, Anadolumuzu bize can, bizi ona canan eden ilk yiğit. Cömert, bereketli bu toprak parçasını Türke yurt ettiren Ebu'l Feth..
Malazgirt çağın destanı.. Haykırılacak şanlı türkünün en yakın tanığı.
Yıl 1071. Ağustos ve günlerden cuma. Sultan Alparslan davasından emin, Rabbini kendine vekil ediyordu. Üzerinde kefen kadar bembeyaz bir elbise vardı. Anlamı herkesçe aşikardı.
Sesi tüm semada aksediyordu,
''Askerlerim, yiğitlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olur cennete girerim. Eğer burada şehit düşecek olursam, bu elbise kefenim olsun...''
Tüm korkular bertaraf oluyordu o vakit. Sultan Alparslan duasının ardından atını ebedi rüyasına doğru sürüyordu.
Malazgirt Ovası. Bir tarafta 30.000-40.000 kişilik yoldaşlarıyla Sultan Alparslan, diğer tarafta bu rakamın iki üç katı fazla askeriyle İmparator Romen Diyojen.
Yüzbinlere karşı, şahlanmış atlar ve yiğitler; vadilerden, bozkırlardan rüzgar gibi esip geçiyor, sel gibi çağlayarak aşıyorlardı. Kendini yenilmez sanan, aldanan devrin kibri tarihin kılıçtan keskin bozgununa uğruyordu. İmkansız denilen kelime hafızalardan siliniyordu.
Güneş ovanın en tepesine yükseliyor, kutlu zaferi selamlıyordu. Malazgirt, kucağını açıyor,
Türkü bağrına basıyordu.
Savaştan sonra ise esir düşen düşmana canı ve itibarı iade ediliyordu.
**
Şüphesiz bu sadece bir kanlı savaş hatıratı değil. Özümüzün, benliğimizin canlanışı. Biz kimdik? İşte bizler buyduk. Atalarımız onlardı. O gerçek kahramanlardı. Er meydanında gözü hiçbir şey görmeyen, arkadaşından önce kılıcın önüne atlayan yiğitte bizdik. İmanımızı göğsümüze siper eden de. Rakamlardan korkmazdık. Amansızca çarpışan, nidaları semada yankılanan da bizdik, düşmanına el verip onu yüceltende. Aman dileyene merhamet eden de bizdik..
İhtiyacımız olan kudret damarlarımızda akan asil kanda saklıydı. Unutmamalıydı.
1000 yıl önceki, 100 yıl önceki ya da şimdiki. Aynıydı.
Salt savaş meydanındaki muharebe değil anlatılan elbet, kah Bizans Sarayı na giriyor, bir sevgilinin hüznüyle hemdem oluyor, kah bir pazar yerinde halkın arasına karışıyor, kah bir toplantıda farklı milletlerin düşüncelerine şahit oluyorsunuz. Subaşı, dönemin resmini usta fırça darbeleriyle resmediyor. Malazgirt öncesi, savaşı ve sonrası tüm yönleriyle derinlerine inerek ilmek ilmek hikayesini örüyor. Masalsı, destansı anlatımıyla sizi asırlar öncesine götürüyor. O atmosferin içinde gezdiriyor. Tarihin korkutan kasvetli, puslu perdesini bir meddah gibi aralıyor ve sevdirerek okutuyor.
İbni Mahleban, yani masal anlatıcımız. Bir kitap kahramanı ne kadar tezahür edilebilirse zihinlerde öylece doldurdu tüm zihnimi heybetiyle. O tatlı dilini duyumsadım ince ince. İbni Mahleban anlattı Afşin oğlu Alptigin ile ben dinledik kalbimizin atışlarını duya duya. Gurur dolduk, onur duyduk. Göğsümüz kabardı, ardından hasretle,esefle sıkıştı.
İbni Mahleban'ın ağzından dinledik tüm hikayeyi çoğu zaman nefes alıp vermeyi unutarak. Hikaye boyu özümüze ait ne varsa iliklerimize kadar hissettik. Kafamızı kaldırıp gerçek hayatla, günümüz insanının bilmezliğiyle yüzleşmek artık daha acı ve zordu.
Altını çizdiğim ilk satıra döndüm tekrar baktım içim sızladıkça,
'' ... Ama ben ne olduğumun farkındayım, sen değilsin. İşte aramızdaki büyük fark!''
Farkında olmak... Bastığın toprağın, kafanı kaldırdığında baktığın gökyüzünün, gördüğün istikbalinin, akan suyun, çağlayan ırmağın, bulutun, ağacın, ayın, yıldızın, vatanın.. Ve kara toprağın altında yatanın. Göçüp gidenlerin anısını anlamak, acısını yaşamak. Bir iz aramak. Sizi unutmadık diyebilmek için. Kimsenin kahramanına ihtiyaç duymamak, modern dünyanın sahte masal kahramanlarına kanmamak için. Yere daha sağlam basabilmek, sendelemeden yürümek, düştüğünde kalkacak gücü bulabilmek için. İnsanlığımız, benliğimiz, özümüz, coğrafyamız için. İhtiyacımız olan iyilik için. Tüm bunlar için her zaman ileri görüşlü olmak lazım gelmez, bazen aradığın kudret için kafanı geriye çevirip bakman gerekir.
Öyle bir komutan vardı ki bir zamanlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümdarı. Anadolu'nun kapılarının kilidini kırıp bizi içeri buyur eden, Anadolumuzu bize can, bizi ona canan eden ilk yiğit. Cömert, bereketli bu toprak parçasını Türke yurt ettiren Ebu'l Feth..
Malazgirt çağın destanı.. Haykırılacak şanlı türkünün en yakın tanığı.
Yıl 1071. Ağustos ve günlerden cuma. Sultan Alparslan davasından emin, Rabbini kendine vekil ediyordu. Üzerinde kefen kadar bembeyaz bir elbise vardı. Anlamı herkesçe aşikardı.
Sesi tüm semada aksediyordu,
''Askerlerim, yiğitlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olur cennete girerim. Eğer burada şehit düşecek olursam, bu elbise kefenim olsun...''
Tüm korkular bertaraf oluyordu o vakit. Sultan Alparslan duasının ardından atını ebedi rüyasına doğru sürüyordu.
Malazgirt Ovası. Bir tarafta 30.000-40.000 kişilik yoldaşlarıyla Sultan Alparslan, diğer tarafta bu rakamın iki üç katı fazla askeriyle İmparator Romen Diyojen.
Yüzbinlere karşı, şahlanmış atlar ve yiğitler; vadilerden, bozkırlardan rüzgar gibi esip geçiyor, sel gibi çağlayarak aşıyorlardı. Kendini yenilmez sanan, aldanan devrin kibri tarihin kılıçtan keskin bozgununa uğruyordu. İmkansız denilen kelime hafızalardan siliniyordu.
Güneş ovanın en tepesine yükseliyor, kutlu zaferi selamlıyordu. Malazgirt, kucağını açıyor,
Türkü bağrına basıyordu.
Savaştan sonra ise esir düşen düşmana canı ve itibarı iade ediliyordu.
**
Şüphesiz bu sadece bir kanlı savaş hatıratı değil. Özümüzün, benliğimizin canlanışı. Biz kimdik? İşte bizler buyduk. Atalarımız onlardı. O gerçek kahramanlardı. Er meydanında gözü hiçbir şey görmeyen, arkadaşından önce kılıcın önüne atlayan yiğitte bizdik. İmanımızı göğsümüze siper eden de. Rakamlardan korkmazdık. Amansızca çarpışan, nidaları semada yankılanan da bizdik, düşmanına el verip onu yüceltende. Aman dileyene merhamet eden de bizdik..
İhtiyacımız olan kudret damarlarımızda akan asil kanda saklıydı. Unutmamalıydı.
1000 yıl önceki, 100 yıl önceki ya da şimdiki. Aynıydı.
Salt savaş meydanındaki muharebe değil anlatılan elbet, kah Bizans Sarayı na giriyor, bir sevgilinin hüznüyle hemdem oluyor, kah bir pazar yerinde halkın arasına karışıyor, kah bir toplantıda farklı milletlerin düşüncelerine şahit oluyorsunuz. Subaşı, dönemin resmini usta fırça darbeleriyle resmediyor. Malazgirt öncesi, savaşı ve sonrası tüm yönleriyle derinlerine inerek ilmek ilmek hikayesini örüyor. Masalsı, destansı anlatımıyla sizi asırlar öncesine götürüyor. O atmosferin içinde gezdiriyor. Tarihin korkutan kasvetli, puslu perdesini bir meddah gibi aralıyor ve sevdirerek okutuyor.
Malazgirt şimdi şanın yankılansın, Sultan Alparslan adın arşa ulaşsın.
Aralık, 2017
179 sayfa
Mavi Lale Yayınları
0 yorum