MECBURİYET • STEFAN ZWEIG
Zweig ile tanışmam yıllar önce Satranç kitabı ile olmuştu. İncecik kitabı bitirdiğimde elimden bırakmam bir hayli zaman almıştı; sayfa sayısına inanmam da. Bir günün kısacık ikindi vaktine sığan bu kitap ile sanki anımsamadığım kadar çok zamandır birlikteydim. Bu kadarcık kısa yolda böylesi uzun hikâyeyle daha önce karşılaşmamıştım. Zweig, o akşamüzerine doğru boş sayfaların başında cümlelerini harf harf kalbime vurarak yine, yeniden yazıyordu. İlk kez yazıyor gibi.. En başından tekrar yazıyormuş gibi.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına tanıklık eden Zweig savaş karşıtı görüşlerini tüm insanlığa anlatmak derdindeydi. Hayattaki amacı savaşın getirdiği yıkımları dünyaya duyurmak olan Zweig eserlerinin ana temasına bu mesajı iliştirmişti.
Mecburiyet adlı eserinde ülkesindeki savaştan kaçan bir ressam ve eşinin savaş ve hayat arasındaki mücadelesini konu edinmiştir.
İsviçre’ye kaçıp buraya yerleşen ressam Ferdinand’ın en büyük hayali en güzel resmini yapmak.
Fakat Ferdinand’ın içi hiç rahat değil. Nitekim bu his kısa zamanda tüm gerçekliğiyle karşısına dikiliveriyor. Konsolosluğa gelen bir yazı onu ülkesindeki savaşa çağırıyor. Ferdinand bu güç ile başa çıkabileceğini düşünmüyor.
Canavarlaşmış bir makine peşindedir ve bu makineye karşı gelmesi mümkün değildir. Karısı ise şiddetle karşı çıkar. Hiçbir insani gücün kendi isteği olmaksızın onu özgürlüğünden alıkoyması düşünülemez. Kocasının bu kararsız halini; kararsızlıktan daha kötüsü onlara boyun eğmesini, çağrılarına yanıt vermesini kabullenemez.
Ferdinand ve karısı Paula insani duygularıyla savaşı hep reddetmişlerdi. Bu vahşi sisteme karşı çıksalar da vicdanen reddetseler de Ferdinand bir parçasının bu güce ve sisteme ait olduğunu düşünür. O istese de istemese de bu güç eninde sonunda onu yakalayacaktır.
Karısının tüm itirazlarına rağmen bir sabah ondan habersiz garın yolunu tutar. Etraf sessizdir. Ferdinand ise tedirgin. Karısının ona yetişip alıkoymasından, gitmesine engel olmasından korkuyordur.
Ferdinand’ın adımları hızlı. Gardan içeri girebilmiş soluk soluğa. Ama karısından kaçamamış.
Paula kocasının karşısına dikilir. Gitmek zorunda olmadığını tekrarlar. İsterse buradaki hayatına kaldığı yerden devam edebileceğini söyler. Bu zorbalığa ortak olmak zorunda değildir.
Ferdinand’ın kararından dönmediğini gören Paula çılgına döner. Kocasının korkak olduğunu, bu aptal korkusunun da Ferdinand’ın da ondan uzak durmasını bağıra çağıra söyler. Etraftakiler bir karısına bir Ferdinand’a şaşkın gözlerle bakar ve alaycı tavırlarla gülerler.
Ferdinand karısının kollarından kurtulur ve arkasına bile bakmadan kendini vagona atar. Alkışlar, kahkahalar.. ‘’Kaç, uzaklaş…’’ diye bağıranlar.
Ardında bıraktığı kalabalığın kahkahaları artıyordu, Ferdinand’ın da utancı.
Özgürlüğünü utanç ve korkuyla değiştirmişti artık.
Uzayıp giden rayları düşündü Ferdinand. Acı acı izledi, önce üzerlerinden ezip geçişlerini sonra arkalarında kalışlarını. Ardından gözden kayboluşlarını. Birkaç metre, birkaç kilometre ya da bir köprü, bir sınır… Bir adım öteye geçtiğinde değişen hayatları.
Tren beynindeki düşünceleri sarsarak durdu. Şimdi onun için dönüşü olmayan asıl yolculuk başlayacaktı. Birazdan bu trenden inecek, onu vatanına, savaşın tam ortasına götürecek diğer trene binecekti.
Haykırışlar, gözyaşları, çığlıklar birbirine karışmıştı. Koşan, sarılan, birbirini kucaklayan insanlar sağa sola koşturuyordu. Bu trenin savaşın vahşetinden kurtulan askerleri getiren tren olduğunu az zaman sonra anlayıverdi Ferdinand.
Etraf bir anda sessizleşti. Yaralı askerlerin sedyeyle taşındığını gördü. Vücutları yanmış, uzuvlarının bazıları kopmuş, bir deri bir kemik kalmış askerler savaşın tüm felaketini orada gözler önüne sermişlerdi.
Ferdinand hiç beklemediği bu görüntüler karşısında felce uğramış gibi sarsılmıştı. O anda derinden bir çığlık kopup geldi. O da bunu mu yapacaktı? İnsan onurunu ve hayatını böylesi hiçe sayıp, tüm bu suçun ortağı mı olacaktı? Kana mı bulayacaktı ellerini?
Tutsaklığı, korkusu, utancı ve mecburiyeti içinden yükselen kocaman bir özgürlük ateşinin içerisinde eriyip gitti. Ferdinand yaşamını kaybetmek üzereyken yeniden hayata dönen biri kadar iyileşmiş hissediyordu.
‘’Asla asla’’ diye bağırdı. Ve onu sadece birkaç yüz metre sonra savaşa taşıyacak o trene binmedi.
Akşamın geç saatlerinde evine geldi.
Yaşamak eyleminin tüm gücüyle sevdiği kadına sarıldı.
**
Zweig, savaşa karşı vicdani reddini Ferdinand karakteri üzerinden yansıttığı bu eserini yazım aşamasında Firari olarak tasarlamış. Daha sonra Mecburiyet ismini vermiş. Ferdinand hikâye boyunca bu etki altında olduğu için bu isim kitabın hem ismi hem de özeti sayılabilir.
Birkaç güne sığdırılmış bu kısacık öykü aslında insanlığın kısa bir tarihi. Düzenin oluşturduğu vahşetin vicdanlarda açtığı yaraların tek çözümü, insanların hümanist duygularla hareket etmesi ve sadece bir kere kalplerinin ve vicdanlarının seslerini dinlemesidir.
Bir tek yaşam var ve çizginin hangi tarafında olacağımız kendi seçimimiz. İnsan düşünüyor, böylesi bir başkaldırı bunca zaman akmış kanı durdurabilir miydi? Utanç korkuyu yenebilir miydi? İnsanlığın vicdanı özgür kalabilir miydi?
0 yorum