AFRODİT BUHURDANINDA BİR KADIN • REŞAT ENİS

Afrodit Buhurdanında Bir Kadın

Biraz acımasız bir kitap, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın. Hani dilinin hiç desturu yok derler ya, aynen öyle. Rahatsız edici gerçekleri tüm çıplaklığıyla yüze vuruyor. Kurgudan uzak, hikâyesi oldukça tanıdık. 1930 – 40 lı yıllarda geçiyor ama günümüzde bile bu sömürünün izlerini bulmak öyle kolay ki, bu yüzden hiç yabancı kalamıyorsunuz Yıldız’a. O, iş yerinde haksızlığa uğrayan çok yakın bir arkadaşınız, kocasının yemeği beğenmediği için dayak attığı komşunuz, sırf kadın diye aynı işi yapmasına rağmen hatta bazen fazlasını bile yaptığı halde daha az maaşa çalışan bir akrabanız kadar tanıdık oluyor size.  Ya da hiç tanımasak bile haberlerde yüzlercesini okuyup haberdar olduğumuz katledilen tüm kadınlar kadar acıtıyor canımızı. Çünkü biliyoruz ki, zulüm şekil değiştirse de asla tamamen yok olmuyor.

Yıldız’ın etrafında örülen bu gerçekçi ve acımasız hikâye sadece kadınların değil, işçilerin nasıl sömürüldüğüne dair dönemine ayna tutuyor. Dönemin şartları altında eziliyor insan. Günümüzde yok olmadıysa da insanların bilinçlenmesi, haklarını araması, işçilerin haklarının çoğaltılması ve benzeri daha birçok faktör sayesinde şartların olgunlaştığını ve iyileştiğini de inkâr edemeyiz. Eh tabi, tatmin edici değil. Bundan 5-10 yıl öncesine kadar hala telefonla başvurulan işler için görüşmeye gidildiğinde Yıldız’ın karşılaştığı durumlarla karşılaşmak pek tabi mümkündü. İşyerlerinde uygulanan mobbing bile insanları bu denli strese sokuyor, maaşların gecikmesi zaten kıt kanaat geçinen insanların tüm düzenini alt üst ediyorsa;  bir de işverenlerin maaş yerine satıp paraya çevirmeleri için kumaş verdiklerini düşünelim. İşçilerin hem çok pahalı, hem de neredeyse zamanı geçmiş yiyeceklerin olduğu kantinlerinden alışveriş yapmaya mecbur bırakılmalarının, kadın çalışanlara çifte sömürü uygulamalarının doğuracağı sonuçları tahmin edelim? Birçok hayat aynı sonuçlanıyor ne yazık ki. Sonunda katlanılmaz bir yok olma isteğiyle.

 Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, sosyolojik açıdan incelenecek çok önemli bir kitap. Dönemin ağır sosyal ve ekonomik şartlarını açıkça aktarıyor. Bir eleştiri, bir irdeleme olmaksızın bir fabrikanın orta yerine bırakıveriyor okurunu Reşat Enis. Alnınızın teri süzülüyor şakaklarınızdan, makinelerin durmak bilmez uğultusu altında.

İç karartıcı bir roman. Hiç iyi bir şey olmuyor. Eski Türk Filmlerinde insafsız patron ve zenginlerin, yoksul çalışanlarını ezdiği, fakirlerin insanca yaşamakta hakları olmadıklarını düşündükleri sahneler gibi sayfaları. Bataklığa sürüklenen bedenler, çürümüş vücutlar, birbirine karışan ter kokuları, yitip giden hayatlar...

Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, yani Yıldız kaderi daha doğduğunda kara yazılıyor. Anasız babasız bir kız, amcasının yanına sığınıyor. Orada maruz kaldığı onur kırıcı davranışlar yüzünden çareyi kaçmakta buluyor. Önce daktiloluk sonra fabrika işçiliği yapar. Fakat onur kırıcı hareketlere maruz kalmaya devam eder. Zorlu ve uzun çalışma saatleri, düşük ücretin yanı sıra Yıldız’ın kadınlığı da istismar altındadır. Çürümüş bu düzen onu yılmadan içine çekmek, karanlığında kaybetmek ister. Yıldız aslında amcasının yanındayken kuzeni ve yengesinin bu kara düzenin bir oyuncağı olduğunu anladığında kaçmıştır. Yıldız direnmek için çareyi evlenmekte bulur. Fabrikada kendisinden yaşça büyük bir işçiyle evlenir, Osman’la.

Osman’ın da kaderi Yıldızınkine benziyor. Küçük yaşta annesini, ardından genç yaşta babasını kaybetmiş, bir süre zengin ama yozlaşmış akrabasının yanında kalmıştır.

Yıldız için eski günler geride kalmıştır. Yoksullardır ama o mutludur, evinin kadınıdır artık.
Yıldız için bu mutluluk çok uzun sürmez. Osman fabrikada bir çöküntü altında kalır ve gözlerini kaybeder. Yıldız, gebedir.

Zaten kıt kanaat geçinen, karınlarını zor doyuran Yıldız ve Osman için daha kötü günler başlar. 
Yıldız’ın başka çaresi kalmaz ve tanıdıkları Melek sayesinde fabrikada tekrar işe girer. Çetin ve sıkıntılı günler birbirini takip eder. Sadece geçim sıkıntısı değil, hala genç ve güzel bir kadın olması da Yıldız için en zorudur. Çünkü Osman ve Yıldız’ın birbirlerine söyleyemedikleri ama içlerini kemiren korku budur.

Nitekim bu korku boşa çıkmaz ve Yıldız’a patronu birliktelik teklif eder. Yıldız kabul etmez ve daha az maaş ama daha çok mesai ile çalışmaya devam etmek zorunda kalır.

Hikâye boyu başka işçilerin yaşamlarından kesitleri de dinliyoruz. Çoğu aynı sıkıntıları çeken bir yığın insan. Kitap çok kalın olmamasına rağmen romana dâhil olan tüm karakterler hakkında yeterli bilgiye sahip oluyoruz.

Bir gün fabrikanın rutubetli duvarlarında kontrolün sesi yine aynı çağrı ile yankılandı:

- Zahide… Bu hafta sıra senindir. Fabrikada sen kalacaksın.

Ses duvarlarda yankılanıp Zahide’nin kalbine saplandı. Bu vardiyanın ne demek olduğunu herkes biliyordu. Zahide daha 17 sinde bile yoktu. Yıldız’ın gözleri Zahide’ye kaydı. Gözlerinden yaşlar süzülürken parmağındaki yüzüğü çıkarmaya çalışıyordu.

Kara sakallı kontrolün kamçısı havada birkaç kez şakladı. Bu berbat yerden bir an evvel kaçmak için herkes acele ediyordu. Yıldız kantinden aldığı ekmek ve koltuk altına kıstırdığı birkaç kesekâğıdıyla evine döndüğünde Osman’ı yine onu dünyaya getiren anasına ağız dolusu küfrederken bulur. Acı acı güler,

-Karnımda taşıdığımız çocuğumuz da bir gün bize lanetler yağdıracak mı, bize küfürler edecek mi dersin Osman?

Akşam yaklaşır, rüzgâr azgınlaşır, dışarıda bir fırtına kabarır. Kapı. Yıldız cama yaklaşır ve kapının önünde bir polis görür. Polis, Osman’ı tutuklamak için gelmiştir. Geçen seneden kalma bir borç için Osman’ı hemen şimdi götüreceklerdir. Osman, kör olduğunu söylediğinde nihayet polis ona parayı bulup mutlaka yatırması şartıyla bir süre izin verir.

Polis gittikten sonra Yıldız çarçabuk hazırlanır,

‘’Ağlarım, yalvarırım; ayaklarına kapanırım’’ diyordu. ‘’Yürekleri taştan değildi ya, elbet acıyacaklardı.’’

Karakolun önünde bir yığın. Yıldız kalabalığı yarmaya uğraşırken polis onu durdurur. Muavini görmesine izin vermez. Bir kocakarı vahlanarak, denizde boğulan bir genç kızın cesedine ulaşıldığını, daha adını bile kimsenin bilmediğini söyler. ‘’Denizde boğulmuş, kızım… Allah taksiratını affetsin. Kızcağızı bu sabah denizden çıkarmışlar. Tulumlar gibi şişmiş. Amma, gene de güzelmiş gene de şirinmiş yavrucak… Kendi kendini mi boğdu; yoksa boğdular mı soruşturuyorlar. Daha adını, sanını bilen yok. Yalnız, cebinde bir nişan halkası bulmuşlar. ’’

Yıldız, kadını göğsünden iteledi. Ben onu tanıyorum diyerek kendini karakola attı.

Genç kız, Zahideydi. Küçük işçi kızı.

Kadınların çifte sömürüsü diye bahsedilen olay bu. Patronlar, ustabaşıları genç ve güzel kız, kadın işçilerini istismar ediyorlar. Diğer işçilerin çalışma koşulları haricinde kadın işçiler bu zorbalıklarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Baş edemiyorlar.

Geç vakit, Yıldız karakoldan çıktı. Yapacak bir şey yoktu. Kör kocasını hapishaneden kurtarmak için kızıl suratlı Yahudi patronunun bütün isteklerini yerine getirdi.

Romanın kırılma noktası da burası.

Yıldız, fabrika bürosunda sekreter ve patronun metresi olmuştur. Eline para da geçmiştir. Giyimi kuşamı yerinde, karınları toktur.

 Makineler istop. Demir çarklar durdu. Varageller, mekikler işlemedi. Kulakları sağır eden uğultu kesildi. Grev.

Emeklerinin karşılığını alamayan işçiler bağırıyor:

-Yeter artık. Para istiyoruz! Markan, kumaşın başında paralansın.

İşçiler vazgeçmiyor. Aslında bu hamleyi yapmalarını kitabın başından beri bekliyordum. Makineler istop. Cümlesi okuduğum en anlamlı cümlelerden biri olabilirdi.

Ertesi sabah, Yıldız işine gelirken kalabalık işçi grubu onun üzerine doğru yürüdü. Hakaretler küfürler yağdırıyorlar, üzerindeki şık ve pahalı kıyafetlerin kendi gündeliklerinden kesilen parayla alındığını söylüyorlardı. Yıldız kalabalığın ayakları altında ezilip kalacağını düşünüyordu. Baldırlarına bir iki tekme indi, omuzlarına bir iki yumruk… Yıldız, dayanamadı, bayıldı.

Yarı karanlık bir odada gözlerini açtı. Bir battaniye üzerine uzatmışlar, kemikleri ağrımış. Yattığı yerden doğruldu.

-Burası neresi?

‘’Nihayet uyandınız’’ dedi cılız bir ses. İskelet kadın yanı başına çömelmiş, gözlerinin içine bakıyordu. Bir işçi eviydi burası. Babası ve Serap onu kalabalığın içinden almış, kendi evlerine taşımışlardı.

Polis, işçileri bastırmıştı fakat epeyce de gürültü kopmuş. İşçiler birkaç gün sonra daha büyük hamle yapmak için hazırlanıyorlarmış. İş belki silahlara kadar varabilir, kan dökülecek diye düşünüyorlar.
‘’Yıldız Hanım patronu kandırabilir’’ bu ses Serap’a aitti. Başı önde, utana sıkıla söylemişti ama Yıldız duymuştu.

Yıldız, düşüncelere daldı. Birçok insan ölecekti demek… Namusunu koruyabilmiş birçok genç kız babasız kalacak, düşecekti…
Yıldız, uğraşacaktı. Kendisini öldürmek için üzerine yürüyen insanlara karşı ufak bir dargınlık bile duymuyordu.

Yıldız için bundan sonra artık geri dönülmez günler başlar böylece.

Saatler süren yalvarmaları hiçbir şeyi değiştirmemişti. Patron, grev yapan amelenin açlık canına tak ettiği gün işinin başına döneceğinden emindi. Hıncını ve birkaç günlük zararını karşılamak için gündelikleri biraz daha kıracaktı; cezaları artıracaktı.

Yıldız, kendini kaybetti. Elindeki şampanya bardağını adamın suratına fırlattı. Sinirden kuduran patronun elinden zorlukla kurtuldu, kaçtı.

Artık işe geri dönemezdi. Biriktirdiği parayla biraz idare edebildiler. Bebeğini kucağına aldı, sofralarına bir boğaz daha eklendi.

Bundan sonraki günler daha kötü. Kocasına ve oğluna bakmak için Ankara’ya gider. Kadın simsarlarının eline düşmüştür. Kazandığı parayı Melek’e gönderir. Oğluna ve kocasına o bakıyordur.
Bir gün Melek’ten bir mektup gelir. Müjdeli haber vardır; yakında Osman görebilecektir. Yıldız, İstanbul’a dönmeye karar verir. Osman’ın gözü tamamen açılınca çalışmaya başlayacak, o da evinin kadını olabilecektir.

Haydarpaşa’da trenden indiğinde kocasının gözlerinin tamamen iyileştiğini görür. Artık üç yaşına gelen oğluyla beraber onu beklemektedirler. Vücudundaki çürümüş eti, ısırıklarla dolu bedeninden hiç olmadığı kadar tiksinir, utanır. Saklandığı köşeden çıkmaz, sessizce oğlu ve kocasının uzaklaşmasını izler ve ortadan kaybolur.

Kitabın son bölümünde baba, oğul ve Melek Zonguldak’tadır. Baba, oğul maden işçisi olarak çalışıyorlar. Kitabın kasvetli havası bu bölümde de oldukça hakim, hatta daha fazla. Engin, sevdiği kızı kaybediyor. Daha sonra meyhanede tanıştığı bir kadına aşık oluyor. Yaşlı adam oğlunun gönlünü kaptırdığı kadının kim olduğunu öğrenmenin peşine düştüğünde onu çok acı bir sürpriz beklemektedir.

Baba, oğul bir grizu patlamasında göçük altında kalırlar…

Romanın son kısmı diğer kısımlara göre biraz daha karmaşık ve okuması zor. Ama kitapta beni en çok etkileyen satırlar yine bu bölümün 205 ve 212 sayfaları arasındaydı. Engin'in sevdiği kızın küçük kardeşi Ömer’in cansız bedenini buldukları an. Ömer maden işçisi küçük bir çocuktu. Madende meydana gelen bir patlama yüzünden hayatını kaybetti.

2014 yılında ülkemizde yaşanan Soma Faciasını hatırladım okurken. Satırların altını çizerken andım, yiten her bir canı,

‘’Yeni bir insan nev’i yetiştirmek lazımdı. Kara elmasa kazma sallayacak insan, maden kuyusunda doğmalı… O, gözlerini karanlığa açmalı… Ona, göklerin güzelliğini, engin denizlerin maviliğini, tabiatın renklerini, gün ışığını ve güneşi göstermemeli…’’

Hikâyenin hem en vurucu paragrafı hem de bir özeti aslında. Onların gözleri aydınlığa alışmamalı, karanlıkta kalmalı…

Maden ve fabrika işçilerinin yaşamlarından yola çıkarak bugün hala var olan sorunlar üzerine sorgulatan ve düşündüren bir eser.  Okurken bir şeylerin farkına vardırıyor.

Suat Derviş kitap için, ‘’Türk dilinde yazılmış romanların en güzellerinden biri’’ demiş. Birçok okur yorumunda buna benzer düşünceyle karşılaşmadım. Ama nedense ben de en az Suat Derviş kadar Türkçe’nin tadına doyamadım. Her haliyle hakiki Türkçe bir kitap okudum. Kelimeler kuş gibi hafiflikle sayfalara kondurulmuştu sanki. Her bir cümle süzülüyordu derinlerde.

Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, ismini ilk duyduğumda hiçbir fikir oluşturmamıştı bende. Sadece bir kadın hayatının dayanılmaz acılarını okuyacağımı hissetmiştim. Kısmen haklı sayılırım. Ama içeriğinde bu kadar toplumsal bir konuya nokta atışı yapacağını da tahmin edememiştim. Sürpriz sonu biraz vasat ve eski Türk sineması tadında bulsam da yine de çok sevdim.  Ayrıca yazar kitabın isminin açıklamasını da romanın içinde yapıyor. Başka hiçbir kitabın adı hikâyesine bu kadar yakışmış mıdır? Şimdi bunu düşünüyorum.

0 yorum